Tıptaki yozlaşmanın müsebbibi mühendisler mi?

OSMAN BÜLENT MANAV

I. 

Lise yıllarıma dair bende derin izler bırakan fotoğraflardan yüklüce bir kısmı, Mut ile İstanbul arasında 14 saati aşkın otobüs seyahatlerine aittir diyebilirim. Toplu topsuz bilumum taşıtlarda sigara içmenin gayet normal karşılandığı o yıllarda, sigara içmeyen, 14 yaşında bir çocuk için bu 14 saatin nasıl da kaplumbağa hızıyla aktığını, nasıl da acınası bir bir uzayzaman eğrisi çizdiğini tahmin edebilirsiniz. Toprağı bol olasıca Aynştayn’ın izafiyet teorisinin ete kemiğe bürünmüş halidir diyebiliriz. Yanıbaşınızdaki koltuğa ne tür bir yol arkadaşının rastlayacağı ise ayrı bir bilinmezdir ve denklemin çözümünü biraz daha zorlaştırır.

Açık söylemek gerekirse, insanlarla çabucak kaynaşan, konuşkan, canayakın biri değilimdir. Tabii şimdilerde, yaş kemale erdikçe, yolculukta yanıma rastlayan kimseyle, sosyal zaruret miktarı, nezaketen de olsa üç beş kelam ediyorum. Lâkin 14-15 yaşlarında bir gurbet kuşuyken, bunlar pek umurumda değildi. Otobüse biner, eğer yanımdaki yolcu benden önce gelip oturmuşsa selam verir, yerime geçer ve 14 saat boyunca ya uyur, ya okur, ya da sessiz sedasız camdan dışarıyı seyrederdim. Yolculuk boyunca yan koltuktaki kişiyle pek temasım olmazdı.

Yaz tatilindeyiz. Akşam saatlerinde Harem’den otobüse bindim. Onbir saatlik dumanaltı bir seyahatten sonra, öğleye doğru, yakıcı güneş altında Konya otogarına vasıl olduk. Konya otogarı deyince şöyle bir durmak lazım. Hava limanları dahil, görüp göreceğiniz en dakik toplu taşıma üssüdür. Saat başı veya buçuk olduğunda, otogarın hoparlörlerinden bir zil sesi duyulur ve o saatteki bütün otobüsler, asker nizamıyla, birbiri ardınca hareket eder. 

Mola bitip yerime döndüğümde, yanımdaki yolcunun olmadığını gördüm. Nihai varış noktası Konya imiş ki, yerine yeni, hafif kilolu, otuzbeş kırk yaşlarında bir başkası geldi. Net hatırlayamasam da, adı Engin’di sanki.

Engin abi konuşkan, güleryüzlü, enerji dolu bir adam. Benim gibi somurtkan, yüzü düşmüş birini haketmiyor yol arkadaşı olarak ama görünüşe göre çok da umurunda değil. Üç saat boyunca, yeni olduğu ameliyattan, karısından, ailesinden, sağlık problemlerinden bahsediyor. Bu günkü yolculuğu, Erdemli’ye. Küçük bir motelde kalıp, denize falan girecek. Aslına bakarsanız, yüzmeye pek meraklı değil. Bir dolu sağlık problemi yaşayıp bunalmış. Şimdi bir parça iyileşince, “gözü gönlü açılsın” için gidiyor plaja. 

Ama Engin Abinin ayırıcı vasfı, bunların hiç biri değil. Yol boyuca otobüsün muavini çay, kahve, kek, su vb ikramlar için arada bir dolaşıyor bütün yolcuları. Muavin her yanımıza geldiğinde, ama istisnasız her seferinde, velev ki muavin sadece su dağıtıyor olsun, Engin abi, getirilen her ikramı alıyor, benim de almam için tembihliyor ve anahtar cümleyi kulağıma fısıldıyor: “Al yeğenim al, eğer almazsan senin enayi olduğunu düşünürler…”

II.

Evimizin yakınındaki Aile Sağlığı Merkezi’nde, hastalarla yakından ilgilenen, güleryüzlü bir aile doktorumuz vardı. En son verilecek ilacı en baştan yazıp, hastaların bedenini kimyasal çöplüğe dönüştürmek yerine, hastalığın gidişatını adım adım takip etmeye çalışır, gereken ilacı, gerektiği kadar vermek için çaba harcardı. Bir gün baktık ki adamcağız pılısını pırtısını toplamış gitmiş.

Sebebini sonradan öğrendik. Doktor bey, bir hanım hastaya çeşitli ilaçlar yazıyor. Hanım hasta, ertesi gün, kocasıyla beraber bir başka doktora daha gidip yeniden muayene oluyor. İkinci doktor, daha güçlü bir antibiyotik ile fazladan birkaç tane daha ilaç yazıp gönderiyor kadını. Koca, ilk doktorun pintilik ettiği, karısından ilaç sakındığı düşüncesiyle gelip Aile Sağlığı Merkezi’ni basıyor. Bizim doktorun boğazına sarılıp öldüresiye sıkıyor. “Sen benim kim olduğumu biliyor musun lan? Buralar bizden sorulur!” naraları atıp, bıçak falan çekiyor. Muayene odasının altı üstüne geliyor. Her yer darmadağın. Doktor da ne yapsın, çareyi İstanbul’un uzak bir köşesine taşınmakta buluyor.

Bu hadiseyi duyunca, aklıma Engin abi ve onun yıllar önce kulağıma fısıldadığı anahtar cümle geldi. Muhtemeldir ki, öfkeli koca da, aynen onun gibi, yeterli miktarda (yeterli derken, tedavi dozu anlamında değil; adet, kutu, çeşit bakımından hastanın gözünü doyuracak miktarda) ilaç yazmayan doktorun, kendisini enayi yerine koyduğunu düşünüyor.

III.

Gün geçmiyor ki, tıp ilmini, bir hikmetler bütünü olmaktan çıkarıp, teknik bir işe, bir nevi mühendisliğe, hatta teknisyenliğe doğru sürükleyen yeni bir teknolojik icat çıkmış olmasın. Bunun temelinde, insan bedenini, mekanik bir cihaza, bir makineye indirgeyen anlayış yatıyor. 19 ve 20. yüzyılda muazzam mesafeler kat eden modern tıbbın anafikri, araba motoru nasıl işliyorsa, insan bedeninin de aynen onun gibi, fakat daha karmaşık bir sistemle çalıştığıdır. Bugün en küçük bir rahatsızlığınızda bile, elinize tutuşturulan ve sayfalaca uzayıp giden tahlil listeleri ile, arabanızı yıllık bakım için yetkili servise götürdüğünüzde, inceleme sonunda size sunulan dosya arasındaki muazzam benzerlik sizin de dikkatinizi çekmiştir.

Çocukluğumuzun efsane dizisi Altı Milyon Dolarlık Adam’dan bugünün Transformers’larına kadar, ‘insan esasında bir makineden ibarettir, makineinsan yapılabileceği gibi, insanmakine de makul bir gelecekte mümkün olacaktır’ anafikrini besleyip güçlendiren nice dizi, film, çizgifilm yapıldı. Sadece film de değil. Bu alanda somut işler yapan, bu konuya milyon dolarlar akıtan şirketler var dünyada. Meselâ Boston Dynamics. Meraklıları takip ediyordur mutlaka ama henüz işitmemiş olanlar da adını Youtube’a yazıp, videolarına göz atabilir. 1992’de kurulan firmayı, 2013 yılında Google satın aldı. (Ara bilgi: Google, aynı sene zarfında, ABD ve Japonya merkezli, robot teknolojisi üzerine çalışan 7 farklı şirketi daha satın almıştı.) Boston Dynamics’in böcek, köpek yahut insanın yürüme, koşma, dengede kalma hareketlerini mükemmelen taklit eden robotlarını seyrettikçe, Transformers’ın çok da uzak olmayan bir gelecekte hakikat olacağını düşünmeye başlıyor insan. 

Neyse, konumuz, mühendislik biliminin günden güne insana daha çok benzettiği robotlar değil; tıp biliminin insana bir robottan, bir makineden ibaretmiş gibi muamele ediyor oluşu. Elbette insan bedeni ile makineler arasındaki benzerliği inkar edecek değilim. Zaten makineler, tabiattaki canlılar taklit edilerek icat ve inşa ediliyor. Lakin mekanik, insan bedeninin sadece bir cüzü, bir vechesi. Şeyh Galib’in söylediği gibi:

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen 

IV.

Mühendisler sayesinde (‘yüzünden’ mi demeliydim), modern insan ırkı, insan bedeninin esas itibariyle üstün bir makineden ibaret olduğuna, ölümsüzlüğe giden yolun da tam buradan geçtiğine inanıyor artık. Yani yağını tuzunu iyi ayarlar, bakımını düzenli yapar, eskiyen parçaları yenileriyle (laboratuarda üretilmiş klonlarımızdan elde edeceğimiz yedek organlarla) değiştirebilirsek, ölümsüzlüğü yakalamak mümkün olacaktır, diye düşünüyor. 

Modern bilim, bir yandan bedenimizin mekanik sırlarını çözüp, insanın mükemmel bir makineden ibaret olduğuna dair kanaatleri pekiştiririyor, diğer yandan ise insan mekaniğini günden güne daha iyi taklit eden yeni yeni robotlar icat ediyor. Tabii bir de yapay zekâ var ki, ona hiç girmeyeceğim. Fakat şu kadarını söyleyim, gündelik hayatımızda kullanadurduğumuz, kimi zaman saçma diyaloglarla eğlendiğimiz Siri’ye yöneltilen her bir soru ile, yapay zekâ çalışmalarına bir tuğla da biz koymuş oluyoruz. 

Görünüşte eğlenceli olsa da, bu, mekaniğin, mühendisliğin tıbbı teslim almakta olduğu bir süreçtir maalesef. Bunun gündelik hayatlarımıza yansıyan tahribatı ise iki yönlü. Bir yandan, hekimlerin hastalarını robotik bir işletim sisteminden ibaret görmesine, onların ‘insan’ olduğunu ihmal etmelerine sebep oluyor. Diğer yandan ise, hekimlerin hikmet sahibi olmaktan kaynaklı itibarını yerle bir edip, hastaların gözünde, cep telefonu aplikasyonuyla damga memuru arası bir konuma düşmelerine yol açıyor. Çünkü hastaya göre tahliller cihazda yapılıyor, filmleri makine çekiyor, analizler bilgisayardan çıkıyor, doktor da yazıcıdan kâğıdı, pardon reçeteyi çıkartıp imzalıyor. Evet, haklısınız, artık onu da imzalamıyor.

Sırf ‘reçete’nin hikâyesine bakarak bile bu trajik sürüklenişin izlerini takip mümkün. Zira elle yazılıp imzalanan bir reçete bile hekimler için başlıbaşına itibar kaynağıydı, hastalar nezdinde. Reçete, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki Halit Ayarcı’nın dediği gibi “ustadan ustaya yazılmış bir mektup”tu. Hekimin, hastalarca meçhul, şifreli bir dille kaleme alıp eczacıya (ki onlar da, insan vücudunun sırlarına vakıf kimyagerler idi, market reyoncusu oldular) gönderdiği, kişiye özel ilaç tarifnamesi idi. Zaman içerisinde ilaç listesine dönüşüp itibarını büyük ölçüde yitirdi. Lâkin doktorların okunabilmez yazıları sayesinde vaziyeti idare ediyordu.

Yazıyı bitirirken, baştan sona şöyle bir okudum da; tıptaki itibar kaybının, hasta-hekim ilişkilerinde yaşanan problemlerin, hatta bizim mahalledeki ASM doktorunun başına gelen tatsız hadisenin ve daha nice nice günahın tek sorumlusu mühendislermiş gibi anlaşılıyor. Tabii ki böyle bir kastım yok. Onlar, işlerini daha iyi yapmaya çabalayan bilim emekçileri.

Ama sütten çıkmış ak kaşık da değiller.


24 Ocak 2017, İstanbul
Bu makale, Nihayet Dergisi Şubat 2017 sayısında yayınlanmıştır.

Popüler Yayınlar