«Musandıra» ya da Dükkân-ı Hikem

(Musandıra ve Osman Bülent Manav hakkında, O. Olcay Yazıcı’nın Yüzakı Dergisi’nde çıkan makalesi)

OSMAN OLCAY YAZICI


Ihlamur kokusu ümit ederek,
Yıkık değirmeni kırk yıl beklemek

Bülent MANAV
-Ölen Şiir Değil, Hislerinizdir!-

Ömrünce tek dörtlük yazacak kadar istidâdı olmayan, ibdâ gücü bulunmayan ve iyisi-kötüsüyle Türk şiirinin gelişme evresini ilmî/estetik bir idrakle, kalbî bir irfanla izlemeyenler, ne hikmetse oturup şiirin ölümü üzerine yazı yazıyor. Sen asıl, popülarite hastalığı sebebiyle öleyazan sulu-surat ve küsurat aydıncıklardan bahset! Ki şiirin ölüm fermanını yazan çapsız mukallitler de buna dâhildir.

Sen şiirin yaşayanından haberdar değilsin ki, ölümünün farkında olasın. Tek endişe, «gazeteye yazı yetiştirmek/hasbelkader kaptığın köşeyi başkalarına kaptırmamak için çala kalem, hara-güle yazmak» olunca ortaya işte böyle garabet manzaralar çıkıyor. Kendi gözündeki merteği görmeyenlerin, başkalarının gözünde çöp arama işgüzarlığı. Kendi fikrî ölümünü gizlemek için, şiirin ölümünden dem vurmak. Hiçbir kıymet arz etmeyen, salaş kahve konuşmalarına cevap vermek, şairin ve şiirin asâletine yakışmaz. Bukalemun kalemlerin yâveleriyle vakit öldürmeye niyetimiz yok.

Size şiirden, güzel şiirden söz etmek istiyorum… Buyurun, geç de olsa, meçhul meşhur «Osman Bülent MANAV» isimli şairin «Musandıra» isimli şiir kitabını takdimimdir:

Adı değmez kişilerin, şiirin ölüm ilânını verdiğiniz günlerde çıka geldi «Musandıra.» Korunmuş, mahfuz tutulmuş, sakınılıp, saklanılmış ve her şeye rağmen yaşatılmış güzellikler sunumu, güzel günlere adanmış edebî-estetik çile çiçekleri açıldı şehrin buhranlı sokaklarında.

Şiirin ölüm ilânını veren, «ölü canlara» ithaf olunur, korunup mahfuz tutulmuş efsunlu şiirler demeti. Bilmem utanırlar mı sözlerinden, bilmem ders alırlar mı his ve hâfıza kayıplarından. Göz hizalarına kadar gömüldükleri popülist çukurdan.

Çiziktirdiğiniz hikmetsiz yazılar karşılığında ay-başı bankamatikler önünde kuyruğa giren para-manyak beyinler; siz hiç, «Ihlamur kokusu ümit ederek/Yıkık değirmeni kırk yıl beklemek» nedir, bilir misiniz? Mârifet kelime istifliği, artistik, entellektüel ukalâlık değil, isim satmak değil, halk dalkavukluğu yapmak değil. Onurunla hayatın çile hânesinde beklemek, pastadan ve küresel kimliksizleşme yağmasından pay almak için ağyar eşiklerde yüzsuyu döküp nemâlanmak değil; dervişâne bir sabırla, çağın demir duvarlarını kar suyu gibi, erimiş kızgın yağ renginde bulut çözülmesi gibi tahammülle beklemek ve ebediyyen eskimez güzellikler üretmek nedir, bilir misiniz?

ŞİİR MUŞTUSU: MUSANDIRA

Şiir erdemli bir uğraştır, şiir sanatların sultanıdır, ilimlerin ilmidir. Gündelik çıkarların sığ sularında kulaç atanlar, olduğu fâsit dairede dönüp duranlar, bu aşkın ummanına ulaşamazlar. Ondan aldıkları bir damlayı bile yorumlamaya ne idrakleri, ne irfanları kâfî gelir. Çünkü şiir, sizin ölü kelimeler istifi yazılarınıza benzemez. Onlar her dem diri, her dem tazedir. Mesihdem bir rüzgâr gibi esip gelir, sevinç ve esenlik taşır dünyamıza. Fakat ne var ki, ruhları, sezgi ve his geçirmeyen, katranlanmış katmerli kaput bezi ile sarılı, bürülü olanlar bu diriltici, muştulayan iklimi hissedemez, o safâ nazarın farkına varamaz.

Tam da sosyal öfkemin kabardığı bir anda çıkageldi genç delikanlı Osman Bülent MANAV’ın «Musandıra»sı kırkikindi yağmurları gibi serinletti yüreğimin yangınını. Güzel, lirik, derin şiire susamışlığımı giderdi. Sağaltan bir muska gibi, Musa’nın asâsı gibi. Sanki şiirin ölüm îlanını verenlere ibret olsun diye gönderilmiş bir şiir bildirisiydi bu. Kutlu bir bildirge. Kutlu bir uyarı:

Yanardağ sessizce, yağmur sessizce
Ve nehir ve deniz ve dağ sessizce
Kandil ışığıyla yanmakta mevsim
Ayrılış sessizce, vedâ sessizce

Evet şiir erbabına sessizce gelen mesaj, bir esenlik ve ebediyet ülküsüdür. Bir ruh gönenmesidir. Yoksa siz şiiri kalabalık sokaklarda, serinlendiğiniz kumsallarda, İstiklâl Caddesi’nde, Ayyaş Maço’nun yerinde falan mı arıyordunuz da, bulamadınız. Telâşla hemen ölüm îlanı verdiniz gazetelere. Bu sahada bir düşüş olduğu, piyasayı kötü örneklerin işgal ettiği doğru. Ama şiir, gerçek ve büyük şiir, sizin sigara ile keyif çattığınız orta malı mekânlarda seyran eylemez efendiler! Şiir âsûde yerlerde, hâlden anlar gönül ehlinin bulunduğu, liberal ve çağdaş magandalar tarafından büyüsü bozulmamış mekânlarda açılır. O bir gül şölenidir, revnaklı bir coşkudur, ışıltılı şehrâyindir, ilâhî bir âyindir, ıhlamur ve kekik kokusudur. Kutsanmış bir sudur. Âb-ı hayattır. Tabiî olandan tecrit edilmiş mekânlarda, esrarını ve efsânesini yitirmiş, hissiyatı körelmiş, genel geçer hükümler almanağı beyinlere sirayet etmez pek. Hani derler ya:

Görenedir, görene... 
Köre nedir, köre ne! 

Bakınız, sizin hikâyenizi anlatıyor şiir. Kulak verip, dinleyin:

Buzlar ülkesini yoklayan cemre
Cansız bedenlerde atan bir yürek
Gurûbun rengini bilmeyenlere
Anlattı melâli, gülümseyerek.

Dedik ya, bir koku, bir râyihadır şiir ve onu ancak koku alma hisleri körelmemiş, kulakları henüz popülist tıkaçlarla tıkanmamış olanlar hissedebilir:

Toroslar üstüne bir koku siner
Bir yılgın fırtına vadilerine
Yağmuru ardınca sürükleyenler
Baharı çok görür kendilerine

Bu ferâgâti, bu diğergamlığı, bu sûfî edâyı rûha sindirmek kemâlât ister. O da vasat beyinlere bahşedilmiş bir nimet değil ne yazık ki:

Kurak topraklara tek damla «rahmet» düşürmeden, kerâmeti kendinden menkul kafalar yağmurun nimetlerini devşirirken, «Yağmuru ardınca sürükleyenlerin, baharı bile kendine çok görmesi» karşısında nasıl bir eziklik ve eksiklik psikolojisine kapılır acaba? Allah hiç kimseyi bu şaşkınlığa, sapkınlığa düşürmesin.

EDEBİYAT VE EBEDİYET RÂYİHASI

Güzel şiiri tanımadan, hariçten gazel çalanlar için, «Musandıra»nın her mısraı bir sanat tokadı gibi. Hepsi «Bize dair, bize ait» de ondan. Hepsi derin rûhumuzun edebî şerhi de ondan. Hepsinde edebiyatla-ebediyet tadı var da ondan.

Üçüncü sınıf gazetelerde 10 yıldır yazdıklarınız sigara külü gibi dağılıp gitmeye mahkûm. Fakat «Musandıra» kutsî bir tılsım gibi, bir saadet muskası gibi yaşadıkça gönlümüzü gönendirmeye devam edecek. Yazdıklarınız edebî/estetik gerçeği değil; şuuraltınıza sinmiş iflah olmaz hasedi yansıtıyor. Hırçınlığınızın psiko-sosyal arka plânında, ömür boyu, edebiyat çevrelerinde kaâle alınacak iki dörtlük yazamayacak olmanın, tahammül edilemez, üçüncü sınıf çiziktirmelerle telâfi edilemez elemli ezikliği var.

Bakınız, şu tılsımlı sözler karşısında, şiir yazamama kompleksiyle, şiire kefen biçen kart yüzlerin utancından kızardığını görür gibiyim:

Merhamet yağmurdur, öfke fırtına
Aşkı yalnız dağlar anlayabilir
Ve sabır topraktır coğrafyamızda
Onunla iksire dönüşür zehir

Korku uçurumdur, ıstırap deniz
Hüzün günbatımı, ayrılık rüzgâr
Biz sakin koylarda büyüyemeyiz
Delilik ve saflık suyumuzda var.

Evet, «sakin koylarda» büyümeye ve çağdaş sululuktan kâm almaya devam eden, tatlı su balıkları, bu aşkın/müteâl oluşu ne bilir ki? Popülizmin bulanık suyunda sürünmeye ve vasat dışı beyinlere «aydın» görünmeye devam edin; tarih bahsedecek kofluğunuzdan…

Yeniden efsunlu sayfalara döndüğünüzde, şiirsizliğin kara kışından, ulvî hislerin ilkbaharına ermiş gibi içiniz içinize sığmaz; hercaî bir menekşe, uçarı bir kelebek gibi pırpırlanır kalbiniz:

Kulağımda ilk ezan, kapımda bâd-ı sabâ
Ey gönül aydınlığım, ilkbaharım, merhaba.

Dünyevî bir duyarlıktan, mistik bir cezbeye sıçrarsınız sonra… Heves, hülyâ ne varsa, silinir ser levhadan:

Hisler ki, içimizde, hepsi birer rüzgârdır
Hepsinin hepimizde bir hikâyesi vardır.

Öfkelenince lodos, gülümseyince meltem
Köyde şeytan düğünü, karıncalarda mâtem

Daha iyi anlarsın rüzgârda savruldukça
Sonbahar ve yapraklar, eteğine doldukça

Ne aşka çağıran ses, ne huzurlu bir nefes
Bütün rüzgârlar bilir: Allah bes, bâkî heves!

Topkapı Suriçinde küçük bir caminin bahçesinde oturup, «Musandıra»nın büyülü ve sırlı kapısını araladım yeniden. Kısmen sakin bir ortamda, sayfalara ikindi güneşi düşerken ve arılar yazın son çiçeklerinden râyihalar devşirirken, ben de Musandıra’nın sayfalarını çevirmeye başladım. Çoktur hasretini çektiğim, efsunlu ve lirik, bize ait güzellikler dünyasına hüzünlü bir gezintiye çıktım. Mistik ve estetik bir iklim içinde, hoş dakikalar geçirdim. İkindi devrildi, gün akşam oldu. Gün akşamlı, gönül şiirlidir dostlar. Sığınağımız olan şiir; ak kanatlarıyla bizi şehrin buhranından alıp kurtaran akça doğanlar gibi. Ve Musandıra’dan kelime kuşları kanat çırpıp akşam öncesinin mahmurluğunda İstanbul semâlarına, oradan gökyüzüne doğru süzülüyor:

Umut ki, büyümek ister yürekte
Umut ki, tohumdur, çatlamak ister
Ve bütün yağmursuz tohumlar için
Ağlamaklı olmak yakışır bize
Ağlamak en hazin yenilgimize.

SES SEMÂMIZIN YANKISI

Kalemine, elemine, bu soylu melâline sağlık Osman MANAV; Türk şiiri ile birlikte, bize ait kıymetler özel gönül musandıralarında yaşıyormuş çok şükür. Ülkemi yozlaştırmak isteyenler, beton binaları yıkabilir belki; küresel yavan dünyanın şakşakçılığını yapacak kiralık köşe yazarları bulabilir; ama ruh ve mânâ musandıramızdaki efsunlu sırları asla yok edemez. Çünkü onların gücü, mücerret cevheri öldürmeye yetmez. Onlar somutun katili, soyutun câhilidir. Çünkü bu kıymetler ezelin ve ebediyetin özünü/hikmetini muhafaza ediyor. Alî bir terkip…

Ol mukaddes rüzgâr benim
Ateşte yanmaz madenim

demiştim «Sultan Ülke» şiirinde. Öyle bir cevherin yeniden diriliş kımıltısı var kutsal coğrafyamızın derinliklerinde. Her şey yapabilirler, Ortadoğu’yu kana bulayabilir, 10 günlük masum bebeği kurşunlayabilirler; fakat bu cevherin evsafını ve uhrevî kudretini öldüremezler. Çünkü soyuta kurşun işlemez! Çünkü, rûhu bıçaklayamazlar! Ay ışığını bıçaklayamayacakları, ses semâmızı kurşunlayamayacakları gibi.

Buram buram ıhlamur, kekik ve yayla çiçeği kokan bir şiirle karşı karşıyayız. Sanki anamızın çam tahtasından yapılma, naftalinli sandığı açılmış önümüzde; sanki ipek hışırtılı bir bedesten önündeyiz. İhtişamın, ebedî yeninin, sonsuz güzelliğin «Musandıra»sı bu.. «Solmaz/pörsümez yeni»ye tutulan ayna bu. Berrak ve duru. Bizim şiirimiz, bizim şuûrumuz, bizim irfanımız, bizim îmanımız, bizim melâlimiz; bizim helâlimiz; bizim hâfızamız ve bizim hâtıramız var içinde.

BU BİR DÜKKÂN-I HİKEM

İşte Müslüman Türk şiiri buna denir. İşte Şark’ın, yani ezelin ve ebediyetin şiiri bu. Rüzgâr yeleli şiirler, kelebek kanatlı şiirler; her rengiyle bize mahsus, bizim kültürümüzü, bizim edâmızı, bizim sevdâmızı ve sapmalara, kırılmalara, yozlaşmalara, ayrışmalara rağmen, bizim mührümüzü, hayat nizamımızı yansıtan sümbül kokulu, çam ormanı kokulu şiirler: 

Bir vefâlı rüzgâr gelir kapıya
Elinde yıpranmış rüyâlarımız
Aman gözyaşımız değmesin suya
Biz ki, ağlamaktan hep utanırız
Bu esmer sükûtu iyi tanırız

Şiirler, hem sembolik, hem çok çağrışımlı, hem sadeliğin ulvî derinliğini yansıtıyor. Sehli mümtenî/imkânsız kolay denilen türden. Güzel Türkçe’nin çağdaş lirikleri bunlar. Mısralar sizi alıp ötelere götürüyor. Gönendiren, esenleyen, rûhunuzu ferahlandıran âşina bir iklime taşıyor. Tut ki, Ağustos sıcağında püfür püfür esen bir sabah yeli okşuyor rûhunuzu. Sanki âlî bir medeniyetin serin ırmakları, kirlenmemiş ana pınarları çağıldıyor içinizde. Sanki ipek bir tül dalgalanıyor ay ışığında. Sanki sonsuzluk yakamozu sizi aşkın bir diyara çağırıyor. Sanki Tuna kıyılarındasınız, sanki «Kızıl Elma» ufkuna açılmışsınız. Sanki fizik gerçekliği aşıp, fizikötesine geçiş yapmışsınız gibi. Zaten güzel ve güçlü şiirin biricik görevi de bu değil mi?

Doğrusu çoktur böylesi bir şiir cümlesi/böyle bir şiir cemresi düşmemişti kurak coğrafyamıza. Bu yangınlar şehrinde yeşeren taze bir nergis gibi coşkun duygular serpiştirdi dünyamıza Musandıra. Koruyan, kötülüklerden sakınan, usanmışlıklarımıza rahmet gibi gelen musandıra. Sanki hâl tercümemiz var mısralarda:

Yıldızlar göç etti ve şehir öldü
Yorgun sokaklarda yorgun insanlar.

Musandıra’nın rûhumda uyandırdığı depreşme ve sevinç dalgasıyla gökyüzüne bakıyorum. Ne kadar da açık, mavi ve berrak. Sanki musandıradan esip yükselen rüzgârla dağılmış şehrin kara/kirli bulutları. Üzerimize çöken yaban, yoz bulutları da işte böyle söküp atmalıyız «kendi gökkubbemizden!»  Kendimiz olmalı, kendimiz kalmalı; kendi edâmızı yaşamalıyız ebediyete kadar. Kendi şiirimizi yazmalı, kendi şiirimizi okumalıyız. Kendi türkümüzü söylemeliyiz, yabanın türküsünü değil. Ne mutlu hikmetli bilgiye ulaşanlara, ne mutlu eşyanın sınırlarını aşanlara...

Burası bir turfe dükkân-ı hikem
Raflarda rengârenk umutlarımız
Kimi harcıâlem, kimiyse mahrem
Bütün hiçliğimiz, bütün varımız.

_________

Makalenin orijinali için: http://www.yuzaki.com/content/view/24/23/

Popüler Yayınlar