İkinci kez görüşemediğimiz bir dostun arkasından

Bundan yirmi yıl kadar önce, Vezneciler’de, döküntü bir binanın en üst katında, bir başka firmayla paylaşımlı kullandığımız iki odalı yazıhanede, memleketin edebiyat tarihine altın harflerle birşeyler kazımak sevdasına düşmüş üç beş üniversite talebesi, kıt imkanlarla hazırlanan ve ömrü 32 sayıdan ibaret olacak bir derginin dördüncü veya beşinci sayısını hazırlamakla meşgulüz.

Mevsim ilkyaz. Saat akşamüstü…

Büyük Hayaller Dergisi idarehanesinde tatlı bir telaş. Öğle yemeği, ikindi kahvaltısı, yorgunluk çayı ve akşam yemeği niyetine, talebeliğin efsanevi sofrasını kurmaya çabalıyoruz. Masaya serilen gazete sayfaları ve üzerinde ekmek, domates, zeytin, peynir ve, tuvaletten bozma mutfağımızda demlediğimiz, çay. (Bir de lüzumsuz ayrıntı: Keyfe gelip çayı fazla kaçırmamak lazım, aksi halde en yakın tuvalet Laleli Camii veya Bayazıt Meydanı’nda...)

Tak tak tak…

Yakın eş dost haricinde pek de kimsenin uğramadığı yazıhanemizin kapısı çalınıyor. Açıyoruz. Orta yaşlı (eh, o yıllarda biz 10’lu yaşları henüz bitirdiğimiz için, 40’lı yaşlar bizim nazarımızda “orta yaş” kategorisine giriyor) tıknaz bir beyefendi, mütebessim bir çehreyle içeri giriyor: “selamün aleyküm”.

Verilen selamı, büyük işler yaptığına inanan ve kurduğu hayallerde kendisi için makamlardan makam beğenemeyen acemi çaylakların mahcubiyetiyle aldık: “ve aleyküm selam”. Mahcuptuk çünkü yarısı yenmiş gariban sofrası, ofisin darma dağın görüntüsü üzerine tüy dikiyordu. Büyük Hayaller Dergisi idarehanesinde, peynir ekmek yerken “yabancı” biri tarafından “basılmıştık”.

Gelen misafirin “yabancı”lığı ve bizim ürkekliğimiz, birkaç kelamdan sonra dağılmış, mükellef soframızın başında keyifli bir sohbet başlamıştı. Yaptığımız, yapmaya çalıştığımız işe bizden fazla kıymet veriyor, bizi, hayallerimizin ötesinde mevkilere layık görüyordu. Bir yandan cesaret verici sözlerle bize moral aşılıyor, diğer yandan kendisinin bir türlü böyle şeylere fırsat bulamadığından yakınıyordu. Elektrik mühendisiydi. Fabrikası vardı. Fakat sanki bunlar kötü bir şeymiş gibi mahcuptu. Sırf bizim bu çabamıza katkı verebilmek, bize birkaç cümle motivasyon enjekte edebilmek, “çocuklar, yalnız değilsiniz, pes etmeyin” diyebilmek için gelmişti.

Taze ekmek, zeytin, peynirden ibaret sofranın başında, tuzun domatesle aşkını damağımızda eritirken; kendimiz, Bezm-i Elest’ten o güne kadar bir türlü görüşmeye fırsat bulamamış (ve dünya gözüyle ikinci kez buluşamayacak olan) kadim dostların koyulaştıkça tatlanan sohbetinde eridik. Ve bütün sohbetlere uhrevi bir tat katan çayın buğusunu gözlerimizin buğusuna perde ettik.

Cep telefonuma düşen “…İshak Pehlivanlı vefat etmiştir…” mesajını alınca, cep telefonsuz yıllara ait yukarıdaki hâtırâ geldi gözümün önüne. O tuzlu domatesin lezzetini damağımda, çayın buğusunu gözpınarlarımda hissettim.

Bir yerde mi okumuştum yoksa birinden mi duymuştum? Deniyordu ki, Cennet hayatındaki en büyük keyiflerden birisi, dünyadaki dostlarla bir araya gelip, hatırâları yâd etmek olacakmış…

Madem öyle, biz de bu dua ile bitirelim yazıyı.

İkinci buluşmayı, Cennet sofrasında yapmak umuduyla, İshak ağabeye Allah’tan rahmet diliyorum.

Osman Bülent Manav

Popüler Yayınlar