‘…mış gibi’ yaparak, hayat mesaisini doldurmak

Yazar Alev Alatlı, çağımızın en kötü hastalığının “-mış gibi yapmak” olduğundan yakınır kitaplarında. Herkesin, yaptığı işi, hakkını vererek icra etmek yerine, yapıyormuş gibi görünerek vaziyeti kurtarma yoluna gittiğini söyler.

Çalışıyormuş gibi yaparak mesai dolduran memur; ders anlatıyormuş gibi yapıp, ders notlarıyla vaziyeti kotaran öğretim elemanı; ülke için gecesini gündüzüne katıyormuş gibi yapan siyasetçi, devlet adamı, bürokrat; sabun köpüğünden imal ettiği kitabını, büyük fikir çilelerinin eseri gibi sunan romancı… 

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Fakat işin özü, taa bize kadar gelip dayanıyor. Sonunda hepimiz, hayat mesaisini “yaşıyormuş gibi yaparak” dolduran birer memur olup çıkıyoruz. Hayat memuru…

XXX

Bu konu da nereden mi çıktı? İşte sebebi:

Sanıyorum bir yıl kadar önceydi, kaleme aldığım bir yazıda “bir elin nesi var, iki elin dergisi...” diyerek, yayıncılık konusundaki profesyonel düşünce eksikliğinden yakınmıştım.

Çünkü bana göre, yayıncılığın, “gönüllü” ve “amatörce” yapılması, ancak bir noktaya kadar mümkündür. Ondan sonrası, sağlam bir ticari temel, sağlıklı bir kurumsal işleyişe ihtiyaç duyar. Bu şekilde tasarlanmayan her iş gibi, yayıncılık da, sonunda, Merhum Nasreddin Hoca’mızın “dostlar alışverişte görsün” şeklinde özetlediği noktaya gelip dayanır.

Kongreler açısından da, aynı kurallar geçerlidir.

Bir kongre düzenleyen kurum, dernek, ekip, şirket veya kişi, aşağıdaki soruların cevabını, samimi olarak verebilmeli,

Kongreye konuşmacı olarak çağrılanlar, hem bilgi, hem de sunum yeteneği olarak iyi kimselerden mi seçildi. Yoksa, konuşmacı kadrosu, ahbap çavuş ilişkisiyle mi oluşturuldu?

Konular, söz konusu kongreye katılan dinleyicilerin ihtiyaçlarına ve bilgi seviyelerine göre mi seçildi? Yoksa, “nasılsa kimse içeriğe bakmaz, önemli olan mekandır” tezine sığınılmak suretiyle, rastlantısal yöntemle mi oluşturuldu?

Baştan sona kongre konsepti oluşturulurken, düzenleme kuruluna hakim olan duygu hangisiydi: “İnsanlar burada bulunmak için para ödeyecek. O yüzden çok titiz olmalıyız” diye özetlenebilecek bir endişe mi, yoksa, “bizim arkadaşlar, bizim ekip, bizim dernek, bizim asistanlar vs.” nasılsa katılır tarzında bir güven duygusu mu?

Peki ya katılımcılar? Yani sizler?

Bir kongreye, seminere, toplantıya gitmeye karar verirken, zihninizde hangi sorulara cevap arıyorsunuz?

SDE kredi puanını yükseltmek?

Duvara havalı bir sertifika daha çakmak?

Düzenleme kurulundaki falan arkadaşa ayıp olmasın?

Konuşmacı olarak katılacak olan filan hoca gücenmesin?

Parası para değil, hiç olmazsa bir iki arkadaş görürüm?

Otelin kumsalı çok güzel?

Yoksa böyle bir kongreye katılırken cevap aradığınız temel soru şu mu: Bir toplantıya katılmak, ona zaman ve para harcamak, bana mutlaka bir şeyler kazandırmalı. O toplantının başındaki “ben” ile sonundaki “ben” arasında mutlaka fark olmalı.

XXX

Aksi taktirde, harcanan paranın geri kazanılması mümkün olabilir, hatta harcanan parayı kendi mali gücünüze oranla ‘kıymetsiz’ bile bulabilirsiniz. Ancak harcanan zamanın geri kazanılması imkansızdır.

Esasında, konumuzu birebir ilgilendiren iki temel soru var:

1- Kongre mi düzenliyoruz, kongre düzenliyormuş gibi mi yapıyoruz?

2- Kongreye bir şeyler öğrenmek için mi katılıyoruz, yoksa…

XXX

Neyse, boşverin. Elbette zaman da size ait, para da. Bu yüzden karar verecek olan da sizsiniz.

Fakat ben yine de, sizin “hayatın memuru” değil de “amiri” olmak istediğinizi düşünerek, düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istedim.

Bu makale, Dişhekimliği Dergisi’nin 62. sayısında yayınlanmıştır. Mart 2005.

Popüler Yayınlar