“Tezgahlar, hormonlu ürün dolu”

(Bu röportaj, “Musandıra” adlı ikinci şiir kitabımın yayını üzerine, 2004 yılında, Tarih Düşünce dergisinde çıkmıştı...)

O. Bülent Manav’ın ilk şiir kitabı 1995 yılında Yarpız Kokulu Şiirler adıyla yayınlanmıştı. Musandıra, şairin ikinci kitabı. Musandıra, hem baskı kalitesiyle hem de grafik tasarımıyla oldukça orijinal. 72 sayfadan oluşan kitapta, 32 şiir bulunuyor.

Onbeş yıldır dişhekimliği sektörüne ve bilimine yayıncılık yoluyla hizmet sunan ‘şair dişhekimi’ O. Bülent Manav’la ikinci şiir kitabı Musandıra ve genel olarak “şiir” üzerine keyifli bir söyleşi yaptık.

Kendinizden biraz bahseder misiniz?

Mersin’in Mut ilçesinde doğdum. Otuzdört yaşındayım, yani 1970 doğumluyum. İlk ve orta okulu doğum yerim olan Mut’ta, liseyi Haydarpaşa’da okudum. 1987 yılında girdiğim ‘yerleştirme’ sınavı beni İÜ Dişhekimliği Fakültesi’ne yerleştirdi. Üçüncü sınıfta iken yayınlamaya başladığım Dişhekimliği Dergisi, halen yayın hayatında ve onbeşinci yılını kutluyor. Bir başka deyişle, bizim ilk sayımız yayınlandığında doğan çocuklar, iki yıla kadar Dişhekimliği Fakültesi’ne başlayacaklar...

Şiire olan ilginiz nasıl başladı?

Malum, ülkemizde şiir okuyucusundan çok şair var. Onun için gündeminize şiirin girmesi için herhangi bir özel sebebe gerek yok. Fakat benim şansım, ailemizde şairin bulunmayıp şiir okuyucularının bulunmasıydı galiba. Annem, Cahit Sıtkı’nın Otuzbeş Yaş Şiiri başta olmak üzere bir çok şiiri ezbere bilir ve zaman zaman bize okurdu. Büyük ağabeyim, henüz okula başlamadan önce bana bir sürü şiir ezberletmişti. Babam ise iflah olmaz bir İstiklal Marşı ve Harbiye Marşı fanatiğiydi ve ikisini de bana ezberletmişti. Dedemin ise bir cep defteri vardı. Hoşuna giden şiirleri, beyitleri oraya yazardı. Ailecek otururken keyfi yerindeyse o defteri çıkarır, bize şiirler okurdu.

Herhalde bütün bunların benim üzerimde etkisi vardır. Fakat neticede bu yaradılışla ilgili bir durumdur. İnsanın içinde olmalıdır. Maden olmayan toprağı ne kadar kazarsanız kazın, sonunda elinize topraktan başka bir şey geçmez.

Dişhekimliğinden yayıncılığa ve şairliğe uzanan çok farklı alanlarda geçişler yaşamışsınız. Kendinizi ne olarak tanımlıyorsunuz?

Üniversitenin ilk yılında, tıp fakültesinden arkadaşların da katkılarıyla Refleks adında bir dergi çıkarmıştık. Daktilo ile yazıyor, sayfaları kes-yapıştır yöntemiyle hazırlıyor, sonra da fotokopi ile çoğaltıyorduk. Dört sayı yayınlandı. Orada biz de bu soruyu ve benzerlerini kendimize soruyorduk: Şair doktor mu, doktor şair mi? Galiba bunun bir tek cevabı yok. Nereden baktığınıza bağlı.

Ben yaptığı her işi fanatizm derecesinde sahiplenen bir insanım. Bu yüzden hepsini kendime sıfat olarak kabul ediyorum. Ancak benim için, şairliğin, ayrı ve hepsinin üstünde bir yeri olduğunu söylemeliyim.

1995 yılında yayınlanan ilk kitabınız Yarpız Kokulu Şiirler ile yeni yayınlanan Musandıra’yı yan yana koyduğunuzda, neler hissediyorsunuz?

İkisinin arasında 10 yıla yakın bir süre var. Elbette bir yolculuk duygusu kaplıyor içimi. Birinde 16-25 yaş şiirlerim, diğerinde 25-34 yaş şiirlerim. Duygular farklı, ifade tarzı farklı, öncelikler farklı. Hepsinden önemlisi dünya ve dünyayı algılayış biçimim farklı.

Kalite farkı buluyor musunuz?

Tabii ki. Zaten normali de bu değil mi?

Şu şiirimi keşke yayınlamasaymışım dediğiniz oldu mu?

Böyle bir şey benim başıma gelmedi. İnşaallah gelmez de. Çünkü pişmanlık zor bir duygudur. Fakat gelirse de, tabii bir durum olarak karşılayacağımı düşünüyorum.

Yarpız Kokulu Şiirler kitabınızın mevcudu tükendi mi, yoksa kitapçılarda halen bulunabiliyor mu?

Zannetmiyorum. O vakitler, kıt imkanlarla basmış ve dağıttırmıştık. Ona rağmen iki baskı yapmıştık. Ancak daha sonra ilgilenebildiğimi söyleyemem. Bende bile sadece iki nüsha var.

İkinci kitaba dönersek. Neden “Musandıra”?

Yanlış hatırlamıyorsam, Ahmet Turan Alkan’ın kaldırımlarda satılan kitapları anlattığı bir makalesindeydi. Kitabının arka kapak yazılarını yazmak zorunda kalan yazarlardan acıma duygusuyla bahsediliyordu. Ben de bunlardan biriyim. Kitabımın arka kapağını kendim yazdım. Zira “siyasetin siyasetçilere bırakılamayacak kadar ciddi bir iş olduğunu” söyleyenler gibi, ben de bu işi kendim yapmak istedim. Kitabın girişinde de uzun uzun anlattım, neden Musandıra olduğunu. Eğer bir kutu içinde bu metni yayınlayabilirseniz, daha güzel bir cevap olur kanaatindeyim.

Ahmet Turan Alkan’dan bahsetmişken, malum, son dönemde onun bir makalesi üzerine “şiir öldü/ölmedi” tartışması başladı. Sizce de şiir öldü mü veya ölüyor mu?

O makaleyi okudum. Karşı olarak yazılmış birkaç makaleyi de okudum. Hatta internette bazı cevabi mektuplara da rastladım.

Herşeyden önce, şiir öldü veya ölmedi diye bir kesin hükümde bulunmak için kendimi yeterli görmüyorum. Fakat bana göre, şiirin toprağı dildir. Şair, o toprakta yetişen bir ağaç, şiir ise meyvelerdir. Toprağımızın birçok kimyasal atık sebebiyle zehirlendiği bir gerçek. Halen de, gerek yabancı kelimeler, gerekse dilin hakkını vermekten aciz bir takım yazar/şair taifesi sebebiyle bu kirlenme devam ediyor.

Her ne kadar iyi niyetlerle yapılmış olursa olsun, dil devrimimiz, sözkonusu toprak için, bir atom bombası gibi, alt üst edici ve uzun yıllar kalıcı bir “zehirlenmeye” sebep oldu.
Bu yüzden de, ağaçlar, tatsız, kokusuz, renksiz meyveler vermeye başladı.

Yani umutsuz bir durum?

Hayır. Kesinlikle umutsuz değil. Büyük emekler ve uzun zaman dilimleri istiyor, doğru. Fakat halen işleyebileceğimiz bir toprağımız var. Ne kadar zarar görmüş olursa olsun güçlü bir dilimiz var. Eski tadını bulamasak da, halen meyve veren ağaçlarımız var.

Madem ziraatten örnek verdik, teşbihimizi biraz daha ileri götürelim. Eskiler der ki, güneş ışığı, meyvelerin büyümesini; ay ışığı, olgunlaşmasını; yıldızların ışığı ise lezzetli olmasını sağlarmış.
Buna göre şairin içindeki “heves”i güneş ışığına, şiiri ortaya çıkarırken ortaya koyduğu “sabır” ve “emeği” ay ışığına, iç dünyasındaki duyguların zenginliğini ve bunları ifade edebilme gücünü de yıldızlara benzetebiliriz.

Yani şair, bir şiiri “heves”le yazar, “sabır ve emek”le olgunlaştırır, iç dünyasında o güne kadar biriktirdiği duygularla ve bunları ifade edebilme gücüyle de lezzet katar o şiire.
Bugün için şiire ve şairlere baktığımızda, herhangi bir “heves” problemi olmadığını görüyoruz. Problem gerekli sabır ve emeğin gösterilmesi noktasında başlıyor. Meyveler henüz korukken koparılıyor, anlayacağınız.

Yani şiirin henüz ölmediğini, fakat hayati tehlike altında bulunduğunu mu söylüyorsunuz?

Söylediğim şu: Tezgahları dolduran hormonlu sebze ve meyvelere bakarak, doğal ve lezzetli ürünleri bundan sonra asla tadamayacağımız hissine kapılmayalım.
Halen bazı yaylalarda, dışı yeşil fakat içi kan kırmızı yayla domatesleri, bazı bozkırlarda yamru yumru fakat bal tadında kavunlar yetişiyor.

İnsanlık alemi yüzünü organik tarıma dönüyor artık. Neden umutsuz olalım?

Bu iştah açıcı konuşmadan sonra Musandıra’ya dönersek. Kitabınızın giriş yazısında “Musandıra, sırları olan bir toplumun gerçeğiydi. Mahrem kuytularımıza düşen ışık, musandıraların sonu oldu” diyorsunuz. Bu kitapla siz de kendi musandıranızın sonunu hazırlamış olmadınız mı?

Haklısınız. Bir sırrın paylaşılması, bir kişi de olsa başkalarına açıklanması, o sırrın yok edilmesine doğru atılmış bir adımdır. Ben burada, sırlarımı değil, toplum olarak sırlarımızın ortaya saçılması sonucu yitirilmesinden duyduğum üzüntüyü paylaşıyorum. Zaten şiir, bir şeyleri göstermek için değil, hissettirmek içindir. Aynı şiir, farklı insanlara farklı şekillerde etki eder. Hatta aynı insanı bile, farklı zamanda farklı şekilde etkileyebilir.

Eskiden kullanılan ve Arapçadan gelme bir söz var: “El-mana fi batnı’ş-şair” diye. Anlamı da şu: “Şiirin gerçek anlamı, şairin içinde saklıdır”.

Kitabınızın bütününde, çocukluktan günümüze kaybolan değerlere bir özlem dile getirilmiş. Özlemi dile getirmek, kavuşma umudunu da taşımaktır biraz. Siz o umudu taşıyor musunuz?

Elbette bizim çocukluğumuzda yaşadıklarımızı, kendi çocuklarımızın da aynen yaşaması mümkün değil. Ancak insanı insan yapan, ruhen daha sağlıklı bir toplum olmamızı sağlayan bir çok değerin çocuklukta kazanıldığını düşünüyorum. Önemli olan o değerlerin korunmasıdır. Mesela arkadaşlık, mesela sadakat yahut vefa...

Ya da başkalarının hakkına saygı duymakla kendi haklarını korumak arasındaki dengenin kurulması gibi... Bütün bunlar insan olmamızın temel değerleri bana göre.

Daha somut söylemek ve bir örnek vermek gerekirse; ben büyüklere saygı göstermemiz gerektiğini düşünüyorum. Elbette çocuklarımızın da bize saygı göstermesi gerekir. Ancak bizim büyüklerimize saygı gösterme biçimimizle, çocuklarımızın bize saygı gösterme biçimi aynı olmayabilir. Çünkü zamanla “saygısızlık” nitelemesini hak eden davranışların değişmesi mümkündür.

Bu noktada da kısmen umutluyum. Daha doğrusu umutlu olmak istiyorum.

Yine kitabınızda “Şiir, asırlardır tamamlamaya çalıştığımız bir yapboz aslında. Bir şairin bıraktığı yeden, bir başka şair devralır” düşüncesini savunuyorsunuz. Siz hangi şair ya da şairlerden görevi devraldınız?

Benim orada söylemek istediğim, tarihin başlangıcından günümüze kadar yazılagelmiş şiirlerin, kronolojik sırayla değil, bir anlam bütünlüğü içinde okunması gerektiğidir. Yani benim şiirlerim, benden öncekilerin devamı olabileceği gibi, benden asırlarca önce yazılmış bir şiir, benim şiirimi tamamlıyor da olabilir. Burada inisiyatif okuyucudadır. Farklı şiirleri farklı şekillerde harmanlayarak farklı tatlar elde edebilir.

Bu düşünceyi daha somut hale getirmek için kitaba “Çoban Çeşmesi” adında bir metin koydum. Orada kronolojik sıralamaya bakmaksızın, Faruk Nafiz’den Yahya Kemal’e, Mehmet Akif’ten Ahmed Arif’e kadar, bazı şairlerin mısralarını bir araya getirdim.

Nasıl bir okuyucu kitleniz olduğunu düşünüyorsunuz? Bu konuda kendinizce belirlediğiniz bir çerçeve var mı?

Bu Ülke’de Cemil Meriç’in bir kitap tanımı var. “Denize atılan bir şişe her kitap” der. Asırları da kumsalda oynayan çocuklara benzetir. Sonunu da şöyle bağlar: “Belki açarlar, belki açmazlar”.

Bence artık bunun üstüne söylenebilecek başka bir şey yoktur.

Şiir dışında edebiyatın farklı türleri ile ilgileniyor musunuz? Çalışmalarınız var mı?

İlgi duymak anlamında soruyorsanız, evet ilgileniyorum. Çünkü edebiyat, bana göre hayatımızı “mutfak ve tuvalet arasında atılan volta” olmaktan kurtaran en önemli tatlardan biri. Bunun için de, öncelikle, zamanım elverdiği ölçüde iyi bir okuyucu olmaya çalışıyorum.

Üretme anlamında soruyorsanız, denemeler ve küçük hikayeler yazıyorum. Ancak benim açımdan şiirin her zaman önceliği var.

Deneme ve hikayelerinizi de yayınlamayı düşünüyor musunuz?

Az önce konuştuğumuz gibi. Onların da olgunlaştığını ve sunulabilir hale geldiğini düşünürsem, olabilir.

Bir dönem şiir albümlerinin piyasaya sürülmesini ve bunların oldukça rağbet görmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce okuma alışkanlığının yeterli düzeyde olmadığı ülkemizde bu durum insanları daha tembelliğe mi itti, yoksa şiir adına yapılan bu çalışmalar takdir mi edilmeli?

Güzel sesle güzel şiir okunması, hoş bir şey. Fakat şiir, asıl olarak, dinlemek için değil okumak içindir. Şiirden tad alan insanların, bu kasetlere fazla ilgi gösterdiğini zannetmiyorum. Onların dinleyici kitlesi, popüler müziğin dinleyici kitlesiyle örtüşüyor. O yüzden, tembelliğe veya tersine bir ilgi artışına etkisi olduğunu düşünmüyorum.

Tabii, kendi şiirini seslendiren şairleri ayırmak gerekir. O konuyu, şairin, ölümünden sonra gelenlere bıraktığı bir hatıra olarak değerlendirmek gerekir kanaatindeyim.

Genel olarak sanatta popüler olan ve olmayan arasında bir çatışma vardır. Bir sanatçının eserlerinden ve kendinden bahsetmesine, tanıtım çalışmaları yapmasına tepki gösterilir. Siz bu konuya nasıl yaklaşıyorsunuz?

Burada zor bir durum var. Belki de bir paradoks söz konusu. Daha popüler olursan, daha çok insan senin şiirlerini okur, seni gerçekten anlayabilecek olan insanlara ulaşma şansın artar. Fakat popüler oldukça, üzerine binen beklentilerin ağırlığı sebebiyle, aceleci davranmaya başlarsın ve verdiğin eserlerin kalitesi düşer.

Orta yolu bulmak gerekir diye düşünüyorum. Tanıtım çalışmasını, duyurma amaçlı olmaktan çıkarıp, moda tabirle “PR” amaçlı bir hale dönüştürmemek lazım.

Su, yatağında akmalı. Eyvallah. Fakat su yatakları tahrip olmuş, akıntının yönü değişmişse ne yapmalı? Dedim ya, zor bir durum.

Bir şair olarak, mutlaka bütün şairleri takip etmeye çalışıyorsunuzdur ama sizin için vazgeçilmez olan, sürekli okuduğunuz şairler var mı?

Bir şair olarak bütün şairleri takip etmeye çalışmıyorum. Bunu hem imkansız, hem de şiirim açısından olumsuz buluyorum. Onun için daha önceden kendimce test edip onayladığım şairleri okuyorum. Böylesi daha güvenli oluyor.

Elbette benim için de vazgeçilmez olan, mısraları aklımın bir köşesinde sürekli dönenip duran şairler var. Ancak bunların sayısı epeyi kabarık. Bundan dolayı bir kısmını zikrederek diğerlerine saygısızlık etmek istemem.

Popüler Yayınlar